Yazıp yazıp siliyorum.
Ne dün kazanılan hak edilmiş ikinciliği lekelemek istiyorum, ne de “Yapabileceğimizin hepsi bu muydu?” sorusuna bulduğum cevap susmama izin veriyor. İç savaş.
2004'e sarıyorum filmi, Fenerbahçe Ülker – Tanjevic birlikteliğinden dem vuruyorum, olmuyor, akordu tutmuyor yazının, bitirmek üzereyken siliyorum. Son bir kez daha deniyorum...
Şu anda basketbolla ilgilenen ve dün sonlanan turnuvayı izleyen basketbolseverlerden herhangi birisine “Dünyanın en iyi ikinci basketbol takımı kim” diye sorsanız Türkiye cevabı vermek zorundalar. Belki aralarında Sırbistan'ı yenerken şanslı olduğumuzu, İspanya veya Arjantin'le karşılaşsak finale çıkamayacağımızı düşünenler olacaktır. Ama tarih artık yazıldı ve orada gümüş madalyanın yanında Türkiye yazıyor.
Her nerede olursa olsun sistemsizliği sistem, plansızlığı plan zanneden yurdumda, büyükçe bir kısmı doğaçlamaya bırakılmış basketbol da oyunun doğasıyla biçilmiş kaftan. 24 saniyenin son 7-8 saniyesine kadar oyun kurucunun elinde kalan toplarla mucize üçlükler veya efsane son paslar kovalayan bir oyun tarzı. Futbolda farklı mı bu? Değil.
Hiçbir yerde farklı değil zaten, sabah uyanıp evden çıktığınız andan itibaren 100 metrede bir kaldırım taşlarının deseninin değiştiği, asfaltta aynı sıklıkla yamaların bezendiği, trafiğe çıktığınız anda ise zirveye ulaşan kaosun hayatın her yerine sirayet etmiş olması kimi şaşırtabilir ki?
Tanjevic'le ilgili olarak da kafam ve hislerim karışık. Normalde ikisinden biri karışık olur ama Karadağlı öyle bir adam ki, ikisi de karışık bu sefer. Ciltletsen ciltlenecek kalınlıkta bir basketbol kariyeri, bazı oyuncu tiplerini tanımlamak için kullanılan isimleri (bkz. Fucka, Bodiroga) elleriyle yaratmış bir usta. Ama o pehlivan kalın özgeçmişi yaratırken edinilmiş sabitler ve inatlar. Her uzunda bir Fucka görmek, oyuncu değişikliği fırtınaları içinde sahadaki beşe hangi pozisyonda oynadıklarını unutturacak dozaja ulaşmak, alev alev yanan oyuncuları bench'te unutmak. Ama işte Tanjevic...
Kimi okuyucu yorumlarının aksine, ‘91 senesinden beri, mezunu olduğum okulun Türk basketbolundaki ekollüğünün de katkılarıyla, sayısını unuttuğum basketbol maçlarını geçin, çok sayıda idman izlemiş biri olarak hala anlamakta zorlandığım setler oynuyoruz. Hidayet ve Ersan'a şut yaratmak için yapılan bir kaç pas organizasyonu dışında, oyunun kırılma anlarında ezbere oynayacağımız, etkisi ve sonucu garantilenmiş setlerden eser yok ortada.
Böyle olduğunda işiniz şansa kalır, basketbol böyle bir spor. Turnuvaya pivotsuz gelen Amerika Birleşik Devletleri karşısında Brezilya'ya ilaç olan pick&roll'lara hiç tenezzül etmememiz, kötü paslar haricinde hep pozisyon veya faulle sonlanan pota altı tercihlerine olabileğinden daha az yönelmiş olmamız enteresan bu açıdan. Belirgin bir zaafı olan rakibin bu zaafından yararlanacak sistemin olmayışı. Sırbistan karşısında da son çeyreğe kadar hep kovalayan olduk örneğin. 4.5 saniye kala kazanılan baskette Hidayet'in neredeyse kaybettiği topun Kerem Tunçeri'nin elinde kalması zekice çizilmiş bir setin sonucu mudur, yoksa şansın son saniye kıyağı mıdır? 0.5 saniye kala aslında adamını kaçırmış olan Semih Erden'in can havliyle yaptığı blok iyi planlanmış bir savunma yerleşiminin bir sonucu mudur, yoksa şansın bir önceki son saniye kıyağının ziyan olmasına izin vermemesi midir?
Önceki maçlarda oynanan oyun, yakalanan farklar, devleşen bireysel performanslar takım oyununu gölgelemedi. Bunda oyuncuların egolarından uzak bir şekilde bütünleşmiş olmalarının payı çok ama çok büyüktür. Maç sonu röportajlarında Irmak'la yakaladıkları samimiyette yapay hiçbir şeyin olmaması çok önemlidir. Ersan'ın parladığı maçtan sonra takım arkadaşlarının çekinmeden Ersan'ı, Hido'nun parladığı maçtan sonra Hido'yu kamera ve mikrofonlar önünde övebilmesi bizim pek alışkın olduğumuz şeyler değildir.
Bütün o güleryüz, samimiyet, heyecan, iç kaynatan arkadaşlık ve mutluluk Dünya ikincisi olunca solup gitti dün. Neden? Turnuvaya katılan takımlar içerisinde, tabiri caizse 10 kere oynasak 9'unu kaybedeceğimiz bir rakibe karşı kaybetmiş olmak neden bu kadar yıkar ki insanları? O 10 maçtan kazanılabilecek tek maçı oynayamamış olmanın nesi bu kadar şaşırtıcı veya? Bu soruyu sorduğumda aklıma gelen sadece ve sadece şu cevap oluyor: bir kez daha buraya kadar gelebileceğimize inanmıyoruz. Bu kadar yaklaşmışken kaybetmiş olmak bu yüzden koyar adama, başka izahını bulmak zor. Kendine, sistemine, ekolüne inanıyor olsan “Bir sonrakine” dersin ve bunu derken inanırsın da.
Tabi ki takımda yaşı 30'lu bazı oyuncularımızın bu seviyede bir turnuva görme şansları epeyi azaldı, onların kişisel üzüntülerini hepimiz paylaşıyoruz. 2012'deki Olimpiyatlar'a katılma hakkı kazansak Hido o takımda olabilecek mi? Veya Ömer'lerin Onan olanı, Kerem'lerin Gönlüm olanı? Zor. 2011 Litvanya'da bile olmayabilirler. Onların şahsi üzüntüleri hepimizin üzüntüsü. Takımın daha genç iskeleti ve alt yaş gruplarından gelecek oyuncularla ileriyi planlamak için ne var akıllarda, önemli sorulardan biri bu olmalı aslında.
Ama işte korkuyor olmamızın nedeni de tam olarak bu.
Gündelik başarılarla sistemsizliği sistem, plansızlığı plan sanan ve kazandıranın o sistemsizlik, plansızlık olduğuna inananlar için korkma vakti. Aksine inananlar için ise bazı şeylerin artık değişeceğini ummak ve bunun için dua etme vakti.