Barış Gerçeker: Taraftar, seyirci, müşteri olmak

Seyircilik, taraftarlık, müşterilik hepsi bir arada artık. Kulüp yönetimlerinin bu üçünü dengeli şekilde desteklemesi de olmazsa olmaz.

NTV Spor 19 Kasım 2008 - 12:46

left /NTVMSNBC/Components/SporÖzel/_Yazarlar/barisgerceker.jpg 1 100 136 5 7 left false https://media.ntvmsnbc.com false 1 P false false

mailto:baris.gerceker@gmail.com

Taraftarlık nerede ne zaman başladı kesin ve net bir tarihi bilgi yok elimizde. Spor dallarının tarihini antik Yunan olimpiyatlarına kadar çeksek bile bunu mantıklı bir temele oturtmak zor. Kim, neden, kimi kendine yakın hissetmiş ve destekleme gereği duymuş bilinmez. Hani tanıdıklık olsa, "bizim komşu", "hanımın ağabeyi" veya "bakkalın çırağı" olsa neyse de, gerçekten çok uzak isimlere, takımlara bile sempati duyulması bir noktadan sonra taraftarlığın oturduğu ("oturmaya gelmedik!") temeli sorgulanır kılıyor.

Taraftarlıktaki akıl dışı hadiseleri karşıya anlatmaya çalışırken başvurulan benzetmeler de çaresiz kalıyor. Ebeveyn-evlat benzetmeleri örneğin. Kendi evladını yuhalayan anne baba var mı? Aslında var, beterini bile yapıyorlar ama ayıplıyoruz! Politika denenir bazen. Kimi kulüplerin politik geçmişleri ve sembollükleri olsa da günümüzde topla birlikte küreselleşen futbolda bunu söylemek de zorlaşıyor. Dine bile benzetenler olur ki en radikali de bu. Her birinin maksadını aştığı yerler olduğu gibi yetersiz olduğu noktalar da var. Hiç biri anlatamıyor yani, başka bir şey "taraftarlık".

Seyirciler var bir de. Taraftarlar sevmez pek. Onlar gelirler, giderler, alkışlarlar, yuhalarlar, sahaya birşeyler atarlar ve/veya atanlara dayılanırlar (sonları pek iyi olmaz). Her halükarda oraya ait değildirler. "Çekirdekçi" olarak adlandırılırlar, tuttukları takıma karşı olan sevgileri bile hor görülendirler. Ama yine de "müşteriler"den iyidirler.

Müşteriler yeni türediler. Kombineler, localar, davetiyeler, sponsorlar derken kimi spor aktiviteleri "moda" olmaya başladı. Yeni tabiriyle (o bile eskidi gerçi ya) "In" oldu maçlara gitmek. Bugün UEFA finali, yarın F1, öbür gün Euroleague, önümüzdeki ay tenis. Güzel güzel giyinip tribünlerin en pahalı ve tabi ki sahayı (ne sahası olursa olsun) en iyi gören yerlere yerleşiyorlar. Gelip geçici olanı yine çekilebilir ama uzun vadeli yerleşenlerinin sürekli kozu para; "Para verdik/kombine aldık/forma aldık, oynayın!". Bu profil en tehlikelilerinden, en az hooligan tabir edilen aşırı fanatikler kadar tehlikeliler.

Paranın işin içine girip bozmadığı şey az, spor dalları da bundan nasibini alıyor. Romantizm, idealizm bir kenara, her türlü olayın Dünya'nın dört bir yanından takip edilebilirliği bugünki kadar arttığından beri, bunları o kitlelere ulaştırmak ve bunun üzerinden kâr etmek de olağanlaştı. Reklamlar peşi sıra geldi, yetmedi sponsorlar türedi. Oyunun rengi gittikçe yeşilleşiyor ve bunun üzerinde oynandığı çimlerle alakası yok.

Taraftarın kendi evrimini yaşaması zamanı geldi de geçti. Eylemlerindeki şiddeti anlattıkları romantizmle bağdaştırmayı mantığımıza sığdıramadığımız, "hard-core" tabir edilen taraftarlar bile kimi deplasmanlara uçakla gider oldular. Internetin, bilgi çağının her türlü nimetlerinden yararlanıp en ucuz seferle, en ekonomik konaklamayı ayarlıyor ama içlerine sığdıramadıkları aşkı müsbet ve menfi anlamıyla değerlendirebileceğiniz tüm şiddetiyle oralarda da yaşıyorlar, kimse de yadırgamıyor, yadırgamamalı da. Ama bu evrimin sırf seyahat ve konaklama bazında olması düşünülemez. Zihinsel de olmak zorunda, fayda-zarar denkliklerini iyi kurabilmeli, taviz verebilmeli, taviz alabilmeli artık. Henüz zorlandığı nokta da bu (ben dahil!).

Seyircilik, taraftarlık, müşterilik hepsi bir arada artık. Kulüp yönetimlerinin bu üçünü dengeli şekilde desteklemesi de olmazsa olmaz. Aksi takdirde kulüplerin sahibi olarak kendilerini görenler rüzgarla terse dönüveriyorlar, haklı olarak, kendilerini korumak adına, tuttukları takımı da korumak adına. Bizde özellikle, gerçek anlamda şirketleşmiş kulüpler olmadığı için, kulüplerimiz dernek statüsünde oldukları için patronların "Ben böyle istiyorum, siz kimsiniz" deme şansı da hiçe yakın. O yüzden tribün getirir, tribün götürür bizde, hâlâ. Ve memnun edilmesi zor bir topluluktur tribün, sırf bu yukarıda anlatmaya çalıştığım türlerin oluşturduğu karman çormanlıktan ötürü bile.

Bazılarını hiç ilgilendirmez yeni alınmış bir oyuncunun nereden geldiği. Iyidir, yamandır, sağdan soldan akandır, attığı/vurduğu yerden sokandır, o onun için yeterlidir. Kimisi için ise 5 sene önce oynanan bir maçta şimdiki takımından bir oyuncuya yaptığı sert faul bile unutulmamıştır. Hele ki gazete, televizyon demeçleri varsa işin içinde, hafızalar görsel olarak da desteklenir. Bir süre sonra kızına damat arayan babadan daha seçici (aha! Benzetme!) hale gelir. Bazıları o kadar katı değildir ama, Dede Korkut masallarındaki gibi, isim almak için kahramanlık yapmasını bekler oyuncudan. Oldu oldu, olamadı geçmiş olsun.

Herkes kendince destek olur, kimi sesini kısar bağırmaktan, kimi eve ekmek götüreceğine kale arkasına atar kendini. Kimi işi gücü bırakır, kovulmak pahasına kaçar, karısını evde tek bırakır, kimi karakollardan toplanır. Kimi de nutuk söyler sadece Orhan Veli şiirindeki gibi. Hepsine hitap etmek zordur, hepsini mutlu etmek imkansızdır. Hepsi kendine taraftar derken kendi gibi olmayana yukarıda saydığım, veya yazıya başlık olan isimlerden takarlar, daha bile ileri giderler kimi zaman. Sevdaları aynıdır. Kimi severken boğar, kimi yan bakmaya bile cesaret edemez. Hepsi aynı şeyi ister, yönetimler onları asla anlamaz.

Kiminin parası kiminin duası denebilir ama duayla da nereye kadar. Rıdvan Dilmen'in dediği gibi "Duayla olsa Suudi Arabistan Dünya şampiyonu olurdu".