Dünya üzerinde 1'inci Futbol Ligi en çok takip edilen ülkelerden biri olan ispanya'nın, milli takımlar düzeyindeki en önemli turnuvada olmamasını beklemek biraz hayalperestlik olmaz mı? Ya da Hollanda'yla birlikte futbol turnuvalarının her birine en azından final parolasıyla çıkan ‘Matadorlar'ın en sonunda Avrupa Şampiyonası'nda mutlu sona ulaşmasının Dünya Kupası'na nasıl sirayet edeceğine dair hiç mi meraklanmıyorsunuz? İş bu yazı da herkesin dört gözle beklediği Dünya Kupası'nda İspanya'nın ne yapabileceğine olabildiğince sübjektif bir bakış açısını sunmak için yazıldı. Objektif veriden kaçmayacağımızı muhakkak, ama en nihayetinde kişisel görüşlerin daha önde olabileceği bir nesirdir bu, hatırlatmış olayım.
Futbol dendiğinde akla ilk gelen ülkelerden biri olan İspanya'nın Dünya Kupası yolculuklarının çok parlak olduğundan dem vurmak mümkün değil. Rakamsal olarak değerlendirildiğinde aslında şimdiye kadar düzenlenen 19 kupanın 12 tanesine katılmış bir ülkeden bahsediyoruz ancak sığ ve çocukça bir kıyas yapıldığında İspanya'nın turnuva tarihinde elde edebildiği en iyi derece Türkiye'nin ulaşabildiği dereceden bile düşük. İspanya 1950 yılında ki o zaman birinci gruplardan sonra final grubu yapılıyordu, ilk turda yer aldığı ikinci grupta İngiltere, Şili ve Amerika Birleşik Devletleri'ni devirip son dörde kalsa da Uruguay, Brezilya ve İsveç'in gerisinde kalıp dördüncü olmuştu. Bu başarı dışında Matadorların çeyrek finalin ötesine gidebildikleri hiç olmadı.
Bunun dışında İspanyollar için Dünya Kupası'nın bir diğer kötü hatırası var; o da 12. ‘Kızıl Öfke', ilk kez Dünya Kupası'na 1934'de katılmıştı. İtalya, ‘Yaşlı Kıta'da düzenlenen ilk Dünya Kupası'na ev sahipliği yaparken, grupların olmadığı turnuvada Matadorlar, ilk turda bisiklet vuruşunun (vole) yaratıcısı Leonidas'ın Brezilya'sı yenip çeyrek finalde çıktı. İspanya bu turda, hem ülke hem de Dünya Kupası tarihe geçen ve iki güne yayılıp 210 dakika süren maç sonunda İtalya'ya yenilip turnuvadan elenmişti.
İşte bu turnuvadan sonra İspanya, ikinci kez dünyanın en önemli futbol organizasyonunda yer almak için 12 yıl beklemek durumunda kaldı. Ki 12 yıl sonra da yani 1950'de de en başarılı neticelerine ulaştılar.
Bir diğer 12 yıllık bekleme süreci de İngiltere'de düzenlenen 1966 Dünya Kupası'ndan sonra geldi. İspanya, Batı Almanya ve Arjantin'in ardında üçüncü olduğu için gruptan çıkamadığı bu turnuva sonrasında da yine 12 yıllık bir nadasa yattı. 1978 Arjantin'le kupa hasretine son veren İspanya, bu yıldan sonra düzenlenen bütün Dünya Kupaları'nda yerini aldı.
Tabi ki 12'yi sadece kötü tarafından incelemek olmaz. Bir de bu rakamın güzel tarafına bakalım. 1982 yılında 12. düzenlenen Dünya Kupası'nın ev sahibi İspanya'ydı. Tarihlerinde ilk ve son kez bu Dünya Kupası'na ev sahipliği yaptı İspanya. Bu turnuvada da ancak ikinci tura çıkabildi.
Peki Dünya Kupası'yla imtihanı bu kadar sancılı olan bir İspanya nasıl olur da dört yılda bir düzenlenen şölenin baş aktörü olmaya namzet? Sadece 2008'de Avrupa Şampiyonası'nı (nihayet) kazanmaları mı bu adaylık sürecini başlattı, yoksa Türkiye'nin de içinde olduğu eleme grubundaki 10 maçının 10'unun da kazanmaları mı bu algıyı yarattı?
Aslında bu soruya herkesin bildiği kriterle başlayalım. Yani ilk söz klişenin: Dünyanın en iyi orta saha rotasyonu İspanya'da. Bu klişeyi göz ardı etmek mümkün değil. Çünkü eğer sahanın göbeğine Iniesta, Xavi, Xavi Alonso. David Silva ve Fabregas'ı koyabilme lüksünüz varsa, o zaman dengeyi kendi lehinize bozabilirsiniz. Modern futbolun ana kriteri olan ‘oyunun her iki yönünde oynayabilecek oyuncu'dan sizde en az üç tane var demektir. Ne de olsa Dünya Kupası'nda Arjantin'in en önemli iki kozundan bir olan Messi'yi (kim ne derse desin diğeri Maradona'dır) Xavi ve Iniesta yaratmamış mıydı!
Bu veri tamam ama spotu orta sahaya çevirip bırakmak adaylık için yeterli geçer oyu bize sağlamaz gibi geliyor. O zaman kaleden başlayalım. Bir tarafta dünyanın en iyi kalecilerinde bir olarak kabul edilen Galacticos Casillas, diğer tarafta Katulunya'nın da İspanya topraklarında olduğuna hüküm getiren, ya da en azında Dünya Kupası görelim diyen Barça bekçisi Valdes ve bu ikilinin yanında sönük kalsa da Benitez'e kurban giden Liverpool'un en gerideki adamı Reina.
Sadece bakmak istediğim şey hepsi kaliteli gibi bir bakış açısı değil. Niyetim, bence artık İtalya'yla kıyaslanır hale gelen İspanyol kaleciliğinden dem vurup, geline birkaç kelam anlatabilmek. Bir tarafta daha neredeyse rüştünü ispatlamadan Real Madrid'de kale sahibi olan bir genç, diğer yanda ne hata yaparsa yapsın emanet edilen en son adamlık görevini günden güne ileri taşıyan bir başka ergen. Sonrası mı, neden bahsediyorduk, Dünya Kupası şampiyonluğundan mı? Allah allah konu nereden de buraya geldi acaba...
Hakan Şükür'den sonra pivot santrafor bulamayan Türkiye'ye inat, Raul sonrasında onlarca aday çıkaran İspanya, Torres mi, Villa mı Pedro mu Llorente mi diye sorarken aslında bir klişenin de kalıplarını kırmış oluyor. İspanya'nın gününde bir Torres'le neler yapabileceği ortada ama onların gününde olmayan bir ‘El Nino'ya alternatif üretebildikleri gerçeği yadsınamaz. Bu bağlamda bir kaleden diğer kale önüne kadar rotasyonel çözümler üretebilen bir İspanya turnuvanın doğal favorisi midir, yoksa doğal favori olmak mı bize büyük resmi bu şekilde yansıtıyor? Bana sanki ilk önerme daha mantıklıymış gibi geldi...
Ama sadece kadroya bakıp da, güzel oyun vaadine kanmak mıdır İspanya'yı şampiyonluk adaylarının başına taşıyışımın nedeni? Tabi sadece benim değil aynı zamanda birçok otoritenin… Kuşkusuz ki otoritelere bir şey diyemem ama benim sayabileceğim başka nedenlerim var.
Yurt dışında yaşama fikrine hiç alışamamış biri olarak insan önce San Sebatian, ardında da Barcelona'yı gezip görünce, yok ya İspanya'da yaşanır demeye başlıyor. Eee, böyle olunca da gönül meylediyor Akdeniz'in kıyılarına, İtalyanlar kadar olmasa da sessiz konuşmak nedir bilmezlerin vatanına.
Bir diğer etmen ki bunu Hollanda'yla paylaşıyor ‘Kızıl Öfke'. Futbolu bu kadar sevip aynı zamanda sevdiren topraklar bir Dünya Kupası şampiyonluğu görse güzel olmaz mı yahu…
Bir de unutmamak lazım ki sadece karpuz yatarak büyümez. İnsanların da dinlenmeye ihtiyacı var. Hem de öğlen yemeğinden hemen sonra. Öyle bir tatlı ağırlık zuhur eder ki bedene, sızmamak için kendinle savaşırsın. Lakin İspanya'da böyle bir direnişe gerek yok. Öğlen güneşi kendisini iyiden iyiye gösterdiyse ‘siesta' zamanı gelmiştir. Kabul, çoğu Latin Amerika ülkesinde de bu gelenek var ama ‘Yaşlı Kıta' buna pek alışık değil. Siesta'ya saygım çok büyük, o zaman avazım çıktığınca bağırmak istiyorum: ‘Viva Siesta, Viva Espana'
Hem kişisel hem de rasyonel gerekçeler tamam da Dünya Kupası boyunca İspanya'da kimi ‘en iyi erkek oyuncu' seçebiliriz, kim ‘en iyi yardımcı oyuncu' ödülü konusunda en büyük adaydır? Aslında daha önce de üzerine birkaç kelam ettiğimiz orta saha oyunu iki yönünü de oynayabilen oyuncular sayesinde ‘en iyi senaryo' ödülünün sahibi olur ama başrolünü forvetler oynar. Hele bir de Torres-Villa ikilisi birlikte oynarsa İspanyollar için tadından yenmez, rakipler için ağza çalınmış bir acı biber etkisi yaratır. Torres bu ödülün favorisi olur, Villa plasesi. Ama ‘en iyi oyuncunun yaratıcısı' ise sahanın göbeği olur. Çünkü grupta ne İsviçre, ne Honduras ne de Şili, Inter savunması yapamayacağı gibi, bununla morallenen İspanya'nın bir Messi'si olmasa da tek bir Messi'ye kitlenmiş de olmayacak ve açıldıkça açılacak.
Tabii ki bütün bu etki ve ödüllerin temel taşı kuşku yok ki Messi'li Barcelona'nın başarısında da perde arkasında kalmayı tercih eden Xavi ve Iniesta olacak. Spotlar muhtemelen bolca atılacak olan gollere ve altına imzasını atanlara çevrilmişken, bu ikili, Erdal Tosun'un ikinci adamları niteleyen şu müthiş cümlesiyle anılacak: Et yemeğinde soğan olmak.
Mantığımız futbolun asıl meyvesi golle tatmin olurken, aklımız ve kalbimiz ‘Hatice'nin akıbetiyle yorulacak. Ki ben mantık evliliği değil de aşk evliliğini tercih edenlerden olmayı sürdüreceği.
Torres-Villa-Llorente-Pedro-Mata'nın attıklarını alkışlarken, gönlümün sessiz teveccühü olmayacak yerlerden, fiziğin kabul etmeyeceği şekilde meşin yuvarlağı geçirip canlandırmayı başaran ‘siyam ikizlerine' gidecek.
Tabi bir de ilerlemiş yaşına karşın halihazırda takımın asıl şefi Puyol'u unutmamak lazım. Kabarık saçları, kısa boyuyla, defans oyuncusu formatının dışında bir görüntü sergileyip, asıl kesicilik ve oyunu yönlendirme nasıl olur bunun dersini veren tecrübeli İspanyol, takımının aynı zamanda saha içi liderliğine de soyunacak. Onun bu görüntüsü muhakkak genç meslektaşı ve takımdaşı Pedro'ya da profesyonellik anlamında katkılarda bulunacaktır. Ki o Pedro, yeşil çime ayak bastığı kısa zamanda az ve büyük işler başarırsa da hiç şaşırmamak gerekir.
Üzerinde bu kadar konuştuğumuz İspanya, her haliyle rakiplere korku salacak gibi dururken, benden karşı yarı sahada olacak takım teknik direktörüne bir tavsiye: İspanya maçları öncesinde Barcelona-Inter rövanş karşılaşmasının kasetinin oyuncularınıza izletin. Orta sahasını yapısını Barca'dan alan İspanya'yı durdurmanın yolu Çanakkale'nin geçit vermemesinden geçebilir.
Bir öneri de Türkiye'de bazılarını ‘Yeniköy Kasabı', benim ise tonton iyi yürekli adamım Del Bosque'ye: Sen kenarda sakinliğini hiç bozma, şampiyon olamazsan da memleketten gelebilecek ‘Salamanca Berberi' söylemlerine de kafanı takma. Soyunma odasında ‘Allah yardımcınız olsun'u koyuver gitsin, bak şampiyonluk nasıl geliyor.
Nasıl olsa bu takımın en kötü ihtimalle ulaşacağı nokta final, oraya gidemeyen her aşama başarısızlık gibi durabilir ama asıl yıkıma bakmak lazım. Eğer gruptan çıkamazsa İspanya bu bir felaket, ikinci turda elenmek kötü, şimdiye kadar hiç ilerisine gidememiş olmasına rağmen çeyrek finalde elenmek sıkıntılı, yarı finalden sonrası idare eder.
Gelelim bu sübjektif yazının sübjektif ilk 11'ine. İnanın 23 kişilik kadrodan bir 11 çıkarmak hayli zor. Tanrım Vicente Del Bosque'ye kolaylık versin. Nasılsa benim hiçbir yükümlülüğüm yok. O zaman sorumsuzluğun verdiği rahatlıkla kurduğum kadro huzurlarınızda: