Bu sayfalardaki 200. yazım bu, zaman çabuk geçiyor. Zaman zaman dönüp eskiden yazdığım yazılara bakıyorum. Bazı şeyler değişmiş, bazı şeyler ise tamamen aynı. Geçen sene kazanana kadar 30 sene kazanamadığı Türkiye Kupası'nı kazanmak dışında elinde somut bir başarı olasılığı kalmayan Fenerbahçe, Galatasaray karşısında almaya çalışacağı bir galibiyetle sezonun bütün günahlarını temize çekmeye çalışma biçimsizliğine girmeden önce yazmak lazımdı bu yazıyı. Mesela “Dur bakalım, şu maç da geçsin” demek, geride kalan 199 yazıdan da eski bir Fenerbahçe geleneği, değişmiyor.
Öyle ki, bugünden bir sonraki sezona baktığında üç sezondur teknik direktör, ondan önce bir sezon da sportif direktörlük yapan Aykut Kocaman'ın geleceği için mevcut soru işaretleri bile bazıları için bu maçtan geçiyor olabilir. Sonuçta, iki sezon üst üste ezeli rakibi şampiyon olurken bir de sahasındaki yenilmezliğini kaybederse direncinin son demlerini yaşayan pek çok kale de düşebilir. Kocaman'ın kalmakla ilgili hevesi benim şahsi izlenimime göre zaten belirsiz, ancak kendisinin kalmakla gitmek arasındaki karar ayrımını bu maça yükleyeceğini de sanmıyorum, öyle bir adam değil Kocaman. Nasıl ki ligin ilk yarısındaki geri dönülen istifa tek başına Kardemir Karabükspor maçı ve o maç sonrası doğan tepkilerden değildiyse, benzer senaryonun tekrarı yine tek başına böyle bir olası mağlubiyetten olmayacaktır. Yıpranmışlıklar bu kadar tekil şeylerden ibaret değil çünkü, daha ziyade büyük resmin tamamından.
Kocaman'ın sportif direktörlüğünden itibaren, döneminde yapılan transferlerden aldığı verim tartışma konusu. Stoch'un ya dipte ya tepede olması örneğin hep sorgulandı ve en ön plandaki örnek. Yolların hazırlıksız, biçimsiz ve zamansız ayrıldığı Alex'in kariyerinin en iyi sezonunu da, gidişini de aynı teknik adam altında yaşadığı gerçeği ortada. Artı hanesinde Niang ve Sow'la, hatta Kuyt ve Webo transferleriyle Kezman ve Güiza dönemlerinin atlatılması var. 3 Temmuz darbesiyle kaybedilmiş olsa da Andre Santos var, ki onun birlikte alındığı Cristian'ın da dönemsel katkılarının altını çizmek lazım.
Ancak bir de öbür tarafı var madalyonun. Fenerbahçe transfer geleneğinin kırıldığı isimlerden olan, Stoch'la birlikte ileriye yatırım olarak alınan ama mental olarak takımın parçası olamayan Dia akla gelen ilk isim. Bu sezonun başında, aslında planlar dahilinde olmamasına rağmen yüksek bonservisinin yarattığı beklentiyi sağlayamayan Krasic ikincisi. Bir önceki sezonun bit pazarı satın alması Henri Bienvenü'yü de rahatlıkla ekleyebiliriz.
Rutin sakatlık dönemlerinden kafalarını kaldıramayan, oynadıklarında ise o kaldıramadıkları kafalarının futbol adına aslında epeyi aynı çalıştığını görüp üzüldüğümüz Özer-Sezer ikilisi bu denklemin yerli tarafında. Yine sakatlık/form med ceziriyle kafaları karışık bırakan Serdar Kesimal'ı da anmak lazım. İsim isim saymaya devam etmenin gereği yok, Volkan Demirel, Gökhan Gönül, Semih Şentürk, Selçuk Şahin, Emre Belözoğlu hariç kadronun neredeyse geri kalanının tamamının arkasında Aykut Kocaman'ın transfer aklı var. Arada katkısı belli bir seviyede kalan, yoklukları hep bir şekilde eksik bırakan isimler de var. Mehmet Topuz gibi, bu sezonun transferleri Mehmet Topal ve Raul Meireles gibi.
Öyle ya da böyle, olağan ve olağanüstü şartlar nedeniyle, sportif ve teknik direktörlük göreviyle 4 sene görevde kalındıysa eldeki kadronun kuruluşuyla ilgili sorumluluk sizde olacaktır, aksi düşünülemez. Elbette eldeki alışveriş listelerinin üst sıralarındaki isimlerin hangi oranda alınabildiği gibi şeyler transfer aklının kontrolü dışında şeylerdir ama Fenerbahçe futbol takımının şu anda kurulu olduğu oyuncu topluluğu ve onun toplamda yarattığı futbol kimliğinin sorumlusu kimdir sorusunun cevabı bellidir.
Fenerbahçe bu şekilde kurulmuş, darbeye uğramış ancak kurulmasına iyi kötü devam edilmiş kadrosuyla UEFA Avrupa Ligi'nde finalin kapısından İstanbul'daki direkler yüzünden (?) dönerken ligde iki hafta kala 10 puan geride kalarak şampiyonluğu ezeli rakibine verdi. Farkın 7'den 10'a çıktığı Büyükşehir Belediyespor maçı, Benfica rövanşı sonrası olağan konsantrasyon eksikliğinin dışında, Fenerbahçe adına sezonun ligde neden ve nasıl kaybedildiğinin dışavurumu gibiydi. Kalibresinin çok altında takımlara karşı kaybedilen puanlarla gitti lig sarılacivertliler için. Kalibresine denk ve bazen kalibresinin üzerinde takımlara karşı Avrupa'da başarı gelmişken oldu bu.
Pas futbolu, topa sahip olma futbolu, kontrol futbolu olarak adlandırabiliyoruz Fenerbahçe'nin oynamaya çalıştığı futbolu. “Oynadığı” değil “Oynamaya çalıştığı” diyorum çünkü bütün bu transfer politikalarıyla kurulan Fenerbahçe futbol takımının bu oyunu sahanın edilgen değil etken tarafı olarak oynayabilmek adına defoları var. Oyun karakterinin, öndeki engelleri 180 dakikalık uzun bir maç olarak gören Avrupa Kupası maçlarında işleyip, 34 tane 90 dakikalık kısa periyotlardan ibaret ligde işlememesi bundan. Top bende kalsın, pusuya yatayım, maç içinde rakibin benden bıktığı anlarda yüklenip golümü atıp kaçayım zihniyetinin ligde işlemesi mümkün değil.
Aksini yapmak, o pas oyununu çok iyi yapan Avrupa'daki bilinen örnekleri gibi oynamak için ise temel eksiklikleri var Fenerbahçe'nin. Bunların ilki pas kalitesi, ikincisi sürat, üçüncüsü ise durağan oynama alışkanlığına sahip oyuncular. Pas mekanizması iyi değil Fenerbahçe'nin. Sayılara bakıldığında yüksek isabet oranıyla paslaşıyor gözüken Fenerbahçe'nin oyun akışı sağlama sorunu var. Atılan herhangi bir pası doğru duruşla düzgün kontrol edip yeniden oyuna dahil etmesi ekstra efor gerektiriyor. Bu durum oyunun hızını çok düşürüyor. Durağan oyunda dahi pas kalitesini sağlayamadığı için yavaşlayan takım, bunu oyun içinde sürekli en az 7-8 kişinin hareketli halde bu pas trafiğini sağlaması aşamasına ise geçemiyor bile. Bu da biraz baskıyla çözülmesi kolaylaşan bir oyun anlayışı haline geliyor ve çözülmüş durumda.
Rıdvan Dilmen NTVSpor ekranlarında, tam hatırlamıyorum ya ilk Daum döneminde, ya Zico döneminde mealen şöyle diyordu:
“Yorumculuk yapan teknik adamlar var, çıkıp ‘Fenerbahçe'yi çözdük' diyorlar. En son hocalık yaparken biri 4 yemiş, biri 5 yemiş Fenerbahçe'den, artık nasıl çözmüşlerse. Ben, atıyorum, Muhammed Ali'nin bütün maçlarını izlerim, zayıf yanlarına çalışırım. Belki çözerim de. Ama ringde karşısına çıkarsam bir yumrukta indirir beni, zayıflıklarından faydalanmama fırsat bile vermez.”
Türkiye'de hedefi şampiyonluk olan kulüplerin sahaya çıktıklarındaki halleri bu hal olmalıdır, Fenerbahçe'yle kısıtlı da değil bu. Galatasaray'ı da, Beşiktaş'ı da, hedefi şampiyonluk olan başka kim varsa o da böyle çıkar sahaya, beklenti odur. Fenerbahçe sezon boyunca birden çok maçta rakiplerine zayıflıklarından faydalanma fırsatı vermiş, her seferinde bu fırsatlar diğer rakiplere iyice çalışılması gereken dersler olmuştur. Önce Antalyaspor iç sahadaki yenilmezliği bitirmiştir, sonra Kardemir Karabükspor vurmuştur. İkinci yarının başında, daha farklı geçen maçlar olmasına rağmen Elazığspor ve Sivasspor noktayı koymuştur. Son düzlükte Gençlerbirliği ve İBB maçları da bunlara benzetilebilir. Fenerbahçe, ülke içinde önlem alınması kolay bir takım haline gelmiştir. Ve buna dair bir planı ve acil durum çıkışı bulamamıştır. Oyun karakteri olarak, maç içlerinde yakalanan 20-30 dakikalık kazanan karakterin sergilendiği anların dışında ya sürekli geri düştüğü için, ya da öne geçtiğinde skoru koruma adına kontrollü oyunu abarttığı için maçların hakimiyetini kaybetmiştir.
Aykut Kocaman'ın aklındaki ideal futbolun Fenerbahçe'nin ne ligde, ne başarılı olunduğu halde Avrupa'da oynanan futbol olduğunu düşünüyorum. Bunun bir iki versiyon üstüdür sahada görmek istediği. Ancak Pierre – Nobre ikilisinin 10 senede yerine konabildiği, Aurelio gittiğinden beri toparlanamayan orta sahanın 4 senede anca toparlanır gibi olduğu ortamda bu geçiş zaman alacak. Kocaman'ın ve camianın buna sabrı var mı? Kalmadı gibi gözüküyor. Bunun gerekçeleri yarın çıkacak serinin ikinci yazısında olacak.