Tarih: 8 Haziran 1990 / Saat: 18:00 / Yer: San Siro Stadı, Milano, İtalya
Dört yıl önce Meksika'da, Maradona diye yarı tanrı-yarı futbolcu, tanımlanamayan koşan bir cismin önderliğinde dünyanın tozunu attıran Arjantin, 1990 Dünya Kupası'nın açılış maçında Kamerun'la karşılaşıyor. Kamerun dünkü çocuk değil, evvelce Dünya Kupası tecrübesi var ama koskoca Maradona'dan ve Arjantin'den bahsediyoruz. Elbette fark atacaklar, kedinin fareyle oynadığı gibi oynayacaklar, top göstermeden yerle yeksan edecekler Kamerun'u. Hocaları maçtan sonra en mahsun Rıza Çalımbay suratını takınıp, "Şanssız goller yedik" bile diyemeyecek. Ama öyle olmuyor. 61'de Caniggia'nın ifadesini almaya kalkan Andre Kana-Bıyık kırmızı kart gördü diye sevinedursun içimizdeki Arjantinliler, 67. dakikada Makanaky'nin yaptığı ortaya, bizim bakkalın oğlu Sümüklü Kadir'in titiz ölçümlerine göre yaklaşık 5,5 metre kadar yükselen François Omam-Bıyık tozunu alıveriyor ağların. Arjantin devriliyor ve Kamerun'un adı, onbinlerce kilometre ötedeki bir ülkenin çocuklarının gönül kitabına selatin harflerle kazınıyor.
Tarih: 9 Haziran 1990 / Saat: 14:00 / Yer: Hacı'nın evin arkasındaki boş arsa, Uşak, Türkiye
Sümüklü Kadir, muhtemelen birkaç gün önce gazoz kapaklarının tümünü yukarı mahallede üttürmüş olmanın da etkisiyle kendini futbola vermiş o günlerde. Anlata anlata bitiremiyor Kamerun'un futbolunu. Sonra ara sıra durup, bütün bir yaz üstünden çıkarmadığı beyaz şile bezi gömleğinin koluyla sümüğünü sildikten sonra, "Adamın adı da bıyık len" deyip, bu dünyanın en komik şeyiymişçesine kıs kıs gülüyor. O yaz Hacı'nın evinin arkasındaki arsada plastik top peşinde koşan Maradona'lara, Lineker'lere, Schilacci'lere, Klinsmann'lara inat; Sümüklü Kadir, mahallemizin Omam-Bıyık'ı oluyor, bütün o pırpırlığıyla golleri dizeledikçe tıpkı Omam-Bıyık gibi ellerini açarak, Hacı'nın bahçeye doğru koşuyor su katılmamış bir çocuk neşesiyle.
İşte hiçbir şey için değilse bile, Sümüklü Kadir'in hatrına her Dünya Kupası'nda desteklediğim Kamerun'u sevmek, sempatik bulmak için başka sebepler de var aslında:
Turnuvada kadrosunda en fazla Süper Lig oyuncusu bulunan üç takımdan biri Kamerun. Kayserili Hamidou, Trabzonsporlu Song ve tabii ki uzun süren bir Avrupa turundan sonra Ankara'ya geri dönen Geremi. Kadrosunda üçer Süper Lig futbolcusu olan diğer takımlarsa Slovakya ve Avustralya (Kewell'i sayacaksak dört). Tercih sizin...
Kamerun'daki çok sayıda kabileden birinin Foumban yöresinde yaşamış lideri Kral Njoya, İslam alkolü, Hristiyanlık da çokeşliliği yasakladığı için kendisi yeni bir din kurmuş zamanında. Eş sayısı 600 civarında olan kralın devirdiği palmiye şarabı şişesi ise bilinmiyor. Soytarı gibi giyinen sümsük Avrupa krallarındansa Aslan Kral Njoya'nın takımını tutacağız tabii ki.
Sırf Süleyman Hamidou ile Rigobert Song'un gül hatırları için bile Kamerun desteklenmez mi? Hem Song, bu turnuvada da kırmızı kart görüp oyundan atılırsa hat-trick yapıp arka kapağından tarih kitaplarına girecek. Ya da belki kupayı kazanırlarsa saçlarını eski rengine boyatır da moda zehirlenmesinden telef olan bir kuşağı kurtarmış oluruz.
Kamerun'u konuşurken önce hocadan söz etmek şart. Zira, Lyon'un başındayken Türk spor medyasında adı neredeyse künyeye çıkartılacak denli çok telaffuz edilen Paul Le Guen'in Temmuz 2009'da hocalığa getirilmesiyle birlikte köklü değişiklikler oldu Kamerun takımında. O ana kadar elemelerdeki iki maçında da üç puan yüzü göremeyen Kamerun'da, başkent Yaoundé'de dansçı kızların da hazır bulunduğu şatafatlı bir törenle karşılanan Le Guen, Rangers'ta sert kayaya çarpıp geri tepen radikal kararlarını ve sarsılmaz disiplin anlayışını uygulamaya koydu. İlk iş olarak Rigobert Song'dan kaptanlığı alıp Samuel Eto'o'ya veren Le Guen; Bassong, Assou Ekotto, Nkoulou, Mbia gibi ‘Genç Semih' potansiyeli taşıyan oyuncuları takıma adapte etmeye çalıştı. Baktı ki takımın şutlardaki isabet yüzdesi Güiza'yı bile kıskandırıyor, antrenmanları hentbol kalesiyle yaptırmaya başladı. Sonuçlar da takip etti ve Kamerun, elemelerde kalan dört maçını da kazanarak Dünya Kupası vizesini aldı.
Le Guen, eleme maçlarında uyguladığı ofansif 4-3-3'üyle iyi sonuçlar almayı başarsa da en az Gökhan Zan'ın vücudu kadar kırılgan savunması yüzünden Afrika Uluslar Kupası çeyrek finalinde Mısır'a yenilerek kupaya veda etmek zorunda kaldı. Olmayan kaynaklarda Kamerun'un Saffet Sancaklı'sı olarak geçen Idrissou'nun "Ben ömrümde bu kadar pozitif bir hoca görmedim" diyerek övdüğü Le Guen'in elinde dünyaca ünlü ve deneyimli yıldızlarla, sağı solu belli olmayan gençlerin karışımından oluşan dengesiz bir kadro var aslında. 4-3-3'ün ucunda hâlâ dünyanın en iyi forvetlerinden biri olduğunu bu sezon kanıtlayan Eto'o gibi paha biçilmez bir adam oynarken, orta sahada bu sezon kendini çok geliştiren Arsenal'li küçük Song gibi genç bir usta oynayacak. Savunmada Assou-Ekotto, N'Koulou ve Mbia ile, orta sahadaki Makoun ve Enoh gibi gençler Le Guen'in dediğini yaparsa, Kamerun hem seyir zevki veren hem de 90'da yazılan masalı tekrarlama potansiyeli olan bir takım haline gelebilir. En önemli sorun Emana, Rigobert Song, Geremi gibi yaşlıların eski pırıltısını kaybetmiş olması ve savunmanın tıpkı kapitalizm gibi en sağlam durduğu anda bile çökmeye temayüllü oluşu.
Song'un hikâyesi tam bir tırnaklarıyla kazıyıp, kendi yolunu kendisi çizen futbolcu hikâyesi. Tıpkı Eto'o gibi, o da Kamerun'un en büyük kenti Douala'da doğuyor. Henüz 3 yaşındayken babasını kaybedince, fedakâr anne topluyor çoluğu çombalağı, hep beraber Paris'e göçüyorlar. Paris'te büyük kuzen Rigobert'in de yönlendirmesiyle futbol oynamaya başlıyor. 2003'te Bastia'nın altyapısına girdikten sonra Wenger'in dikkatini çekiyor ve 2006'da 1 milyon sterlin karşılığında Arsenal'e geliyor. Gencecik bir adam olarak geldiği Arsenal'deki ilk günlerinde çok zorlanıyor Song. "Dil bilmezem iz bilmezem" diye ağlayıp antrenman dışındaki vakitlerini telefon operatörlerine para kazandırarak geçiren Song'un asıl patlaması ise bu sezon gerçekleşiyor. Flamini ve Gilberto Silva'nın ayrılışından sonra bulduğu şansları pek iyi değerlendiremeyen Song, bu sezon birdenbire Arsenal'in en değerli oyuncularından biri haline geliyor. Geri dörtlüde de oynayabilen Song'un, genç yaşına rağmen müthiş bir pozisyon sezgisi var. Ayağı düzgün, ikili mücadeleden kaçmıyor ve ikili mücadele esnasında freni patlamış kamyon gibi saldırmıyor rakibine. Cüssesine rağmen yer yer ‘inceci' diyebileceğimiz halleri var. Hücuma çıkmaktan da korkmayan Song, son yıllarda Arsenal forması giyen en parlak gençlerden biri ve Dünya Kupası'nda da bu performansı sürdürürse kurbanlık pazarına yeni çıkmış boynuzlu koç gibi caka satacaktır transfer pazarında.
Disiplin, organizasyon, istikrar, taktik anlayış... Bunlar güzel şeylerdir, özellikle bürokratların ve fazla kişisel gelişim kitabı okuyan karaktersiz genç ‘yuppie'lerin dilinden düşmez. Ama sevgili Le Guen hocam, herhangi bir Afrika takımını çalıştıran bir beyaz teknik adama da, "Takımda eksik olan disiplini sağladı, organizasyon kavramını getirdi" gibi klişe yorumlar yapılmasa olmaz mı? Senin için de söylediler hocam, hatta her maçta kafileyle birlikte yolculuk eden federasyon bilmemnesinin bilmemkaçıncı göbekten amcaoğlunun dıdısının dıdılarına gıcık olduğun için kafilede futbolcular dışında 13'ten fazla kişi olamaz kuralını getirdiğini ve bunun ne kadar faydalı olduğunu bile dillerine doladılar. Tamam hocam disiplinin, sağlam organizasyonun faydalarına sözümüz yok; ama ara sıra da sal be hocam sabi sübyanları, serbest bırak, bizim Sümüklü Kadir gibi dilediklerince koştursunlar yeşil çayırlarda. Öyle bir dünya kurulsun ki senin sayende, bir beyaz hoca için de futbol yorumcuları, "Afrika'nın ruhunu teşkil eden o rahatlık kültürünü takıma aşılayarak, takımını güle oynaya finale taşıdı. Kamerunlu futbolcular Almanya karşısında çizgili pijamayla mangal yellercesine rahattı" desin.
Kamerun'un iki ağabeyi var aslında. Biri elbette ilk Dünya Kupası'nı 1994 yılında 17 yaşındayken, yani kuzeni henüz kısa pantolona bile terfi etmemişken oynayan Rigobert Song. Diğeri de takımın manevî ağabeyi Roger Milla dışında herkesin saygı duyduğu Eto'o. Takımın ufaklıklığı ise pek tabii ki Song. Ağabeyler bizdeki gibi ağabeyliklerini bir baskı mekanizması olarak kullanmazsa bu genç-yaşlı karışımından iş çıkar.
Takoz Recep ya da Şeytan Rıdvan örneğinde olduğu gibi lâkaplar boşuna verilmez ey aymaz Hollandalı, Danimarkalı ve Japon kardeşlerim. Kamerun'un lâkabını hatırlayın yeter: Les Lions Indomptables.
Kamerun'un 1994, 1998 ve 2002 yıllarında üst üste gruptan çıkamadığı düşünülürse, Hollanda'nın arkasından grubu ikinci bitirip ikinci tura çıkmak, Yaoundé'deki havaalanına en az 10 bin dansçı kız göndermek için yeterli sebep sayılabilir. Kamerun daha öteye geçerse ülkedeki heykeltraşlar, Red Kit'teki merhum Atıf Kaptan'ı andıran cenaze levazımatçısı gibi ellerini ovuşturmaya başlar muhtemelen.
Grup maçlarında bir facia yaşanır ve Kamerun turnuvayı puansız kapatırsa, Le Guen'i İsmet Paşa bile kurtaramaz.
Le Guen, elemelerdeki gibi üçlü orta sahayı mı yoksa daha sonra birkaç kez denediği dörtlü dizilişi mi tercih edecek bilemesek de Kamerun'un orta sahası yetenekli ve yırtıcı, azgelişmiş Gattuso'lardan oluşan korkutucu bir bölge. Orta yerde Alexandre Song, iki yanında Lyon'un dinamolarından (Tayfur Havutçu futbolu bırakalı beri şöyle bir ağzımıza doldura doldura ‘orta sahanın dinamosu' diyemez olduk sevgili okur, farkında mısın?) Makoun ile 24 yaşındaki Ajax'lı Enoh. Gününde olursa sağ kanadı E-5'e çeviren Achille Emana ve kimi zaman savunmada görev verilse de aslen bir orta saha oyuncusu olan M'Bia gibi futbolcular; kâğıt üstünde robotluk-yaratıcılık dengesini iyi kurmuş gibi gözüküyor. Yeşil saha üstünde neler olacağını ise birlikte göreceğiz. İddaa yorumcusu ağzıyla bitireyim izninizle: Kamerun güçlü orta sahasıyla rakibine korku salıyor. Odd Grenland'da, Ohne Berater'in yokluğu Kamerun'a avantaj sağlar. Banko Kamerun.
Arsene Wenger, alkolü fazla kaçırdığı bir gün kıymetli bir Türk medyası mensubuna, "Bir Kamerunlu yarar, ikisi karar, üçü zarar, ulan 11 tanesinden aslan gibi takım çıkıyor be bunların" deyivermiş. Evet, ben de pek inandırıcı bulmadım ama zart diye kişisel 11'imi dizelemeye girişmek de içimden gelmedi.