Beşiktaş ve Fenerbahçe arasında 33'üncü haftaya kadar süren şampiyonluk yarışında, ipi Siyah-Beyazlıların göğüslemesinde kuşkusuz çok sayıda etken sayılabilir. Ancak, bir çok futbolseverin ortak kanaati şu olsa gerek: Her iki takımın ortasahaları arasındaki oyuncu ve kurgu farkı.
Şampiyonun ortasahası (Atiba-Oğuzhan-Sosa) Şenol Güneş'in ağırlıkla hücuma dönük futbol anlayışına uygun bir misyon üstlenirken, Vitor Pereira'nın ortasahası (De Souza-Topal-Diego) savunmayı önceleyen bir oyun anlayışını benimsedi.
Birgün'den Eren Tutel'in (32'inci maçların sonu itibarıyla) işaret ettiği istatistik, bu hakikati bütün açıklığıyla ortaya koyuyor. Atiba-Oğuzhan-Sosa üçlüsü 37 gole katkı yaparken, De Souza-Topal-Diego üçlüsü 15 golde kalmış. Oransal olarak bakıldığında ilk üçlünün katkısı yüzde 52 iken, ikinci üçlününki yüzde 26. İki ortasaha arasında bu kadar dramatik bir fark varsa, ilk istatistiğin sahibi takımın şampiyon olması son derece normal.
(Tam da bu noktada, uzun bir parantezle bir hususun daha altını çizmeliyiz! Evet, Beşiktaş ortasahası “daha hücumcu” idi, eyvallah. Peki, savunmaya katkısı çok geri planda mı kaldı? Hayır. Aksine, Beşiktaş'ın en zaaflı alanı kalesi ve defans hattı olduğu halde, 33'üncü hafta sonu itibarıyla, lig ikincisi Fenerbahçe ve lig üçüncüsü Konyaspor'dan sonra en az gol yiyen takımsa, bunda ortasahasının savunmaya katkısının payı tayin edicidir. Elbette en başta Atiba! O, takımın bir bütün olarak savunmasının belkemiği… Ama sözgelimi Oğuzhan'ın geçmiş senelere oranla savunma konusunda katettiği mesafenin de gözden uzak tutulmaması gerekir. Hatta, “geriye dönmez” denilen Quaresma'nın bile bu sezon kanat savunmasına yaptığı katkı, önceki sezonuyla mekayese edilemez.)
Pereira, kendi takımının omurgasındaki zaafı geç farketti. Ya da geç kabullendi. Ligin son düzlüğünde Volkan Şen ve Nani ile hücum hattına yaptığı takviye etkili oldu ama yetmedi.
* * *
Sözü açılmışken Pereira üzerine bazı gözlemlerimden ya da kanaatlerimden bahsetmek isterim. Portekizli hoca, göreve başladığı günden itibaren, bana kalırsa Süper Lig'e tepeden bakan bir havadaydı. Üstelik kariyeri buna pek de müsait değilken. Saha kenarındaki, basın toplantılarındaki tepkilerinde -genellikle Morinho'yu çağrıştıran- antipatik, itici bir şeyler vardı. Kendi doğrularını hiç tartışmadı, eleştirileri hep küçümsedi. Bir teknik direktörün elbette ilkeleri olmalı ama, Pereira kendinden emin olma halini Fenerbahçe'nin kimi maçlarında ayan beyan ortaya çıkan zaaflarını inatçı bir ergen gibi savunmaya kadar vardırdı. Bu haliyle, Fenerbahçe taraftarının benimseyeceği bir figür olmayı beceremedi.
* * *
Pereira kendi takımıyla iletişimde de sorunlar yaşadı. Yaşanan bazı olaylar, açıklamalar buna işaret ediyor. Takım içindeki konumundan hoşnutsuz olan bazı kritik oyuncuların (Diego, van Persie, Fernandao, Nani, Caner…) takım dayanışmasını yıpratacak tutumlarına tanık olduk, sezon boyunca ve özellikle finale yaklaşırken… Oysa Şenol Güneş benzer sorunları çok daha iyi idare etti. İzleyebildiğimiz kadarıyla Beşiktaş kadrosundaki arkadaşlık ve dayanışma duygusu rakiplerinden birkaç adım öndeydi. Maç sonrası basın açıklamalarında Beşiktaşlı oyuncuların takım arkadaşları hakkında esprili açıklamalar yapmadıkları (bir-iki hafta istisna olabilir) bir maç sonu hatırlamıyorum. Karşılıklı güven ve dostluk olmasa, kamuoyu karşısında takım arkadaşlarınızla ilgili mizah yapamazsınız. Beşiktaşlı oyuncular eğlenceli bir topluluk görüntüsü verirken, Fenerbahçeli futbolcular, genellikle gergindiler. Takım olmaya dayalı bir oyunda bu türden ruh hallerinin önemi herhalde yadsınamaz. Ve kabul etmek gerekir ki, sözünü ettiğimiz grup psikolojisinin oluşmasında teknik direktörlerin birinci dereceden payı vardır.