Pozisyonu hatırlarsınız, Türkiye-Ukrayna maçının son dakikası, yüklenen Milli Takım için yeni bir atak şansı. Orta alandan bir serbest vuruş, topun gerisinde kaleci, rakip kaleye şişirilen bir top, doğrudan dışarı.
Gol arayan takım maçın son ataklarını böyle mi harcar diye sorarsanız, alacağınız yanıt EURO2008'deki Hırvatistan maçı. Ama ne bu top doğru yere gidiyor, ne de yükselip indirecek adam var sahada. Bu tür uzun topların hem ligde hem de milli maçlarda başarı oranı zaten % 10'un altında. Bunun içine, topun doğru yere indirilip bir de gol vuruşu yapılmasının gerçekleşme şanslarını katarsanız, ortaya yaklaşık 1000'de 1'lik gol olasılığı çıkıyor. Üstelik bu pozisyonda kronometre olgun bir atak için de yeteri kadar süre tanıyor. Etrafta kaleciden topu alıp bunu hücuma taşıyabilecek üç oyuncu ise boşta. Uzun topun dönüşüne gitmeyip geride bekliyor. Ama takımın son dakika planı: Ya tutarsa? Takımların hücum davranışlarını ikiye ayıracak olursak, birisi etkili pas ve takım oyununa dayalı "organize" anlayış, diğeri ise uzun top, kanat ortaları ve bireysel girişimlere dayalı "rastlantısal" anlayıştır. İlkini iyi anlaşan ve iyi çalışan takımlar uygulayabilirken, ara sıra bir araya gelen istikrarsız oyuncu toplulukları ancak ikincisini oynayabilir. Türk Milli Takımı'nın ayrıntılı analizlerini on altı yıldan bu yana yapıyoruz. Her ne kadar başarı sürekliliği sağlanamasa da, oynadığı bir Dünya, bir Avrupa, bir de Konfederasyon Kupası yarı finali ile yakın bir geçmişe kadar rakipleri tarafından ciddiye alınan Türk Milli Takımının, birbirlerini tanıyan ve sahada anlaşma şansı yüksek oyunculardan kurulu, topa sahip olmayı önemseyen ve bunu da becerebilen bir takım olduğunu verilerimiz gösteriyor. Topa sahip olup daha fazla pas yapmak, skor başarısından bağımsız değerlendirilmesi gereken bir teknik gelişmişlik göstergesi ve atak insiyatifini elinde tutma iddiasıdır. Aşağıdaki tablo da Milli Takımın yakın dönemde Dünya futbolunun önemli ülkeleriyle oynarken top üzerinde hak iddia edip insiyatif alma çabasının ciddi örneklerini sunuyor:
İstatistikleri incelerken, öncelikle hiçbir verinin tek başına yargı değeri taşımadığını unutmamak gerekiyor. Her ne kadar o dönemde FIFA sıralamasının yukarılarında olsa da, yine çokça eleştirilen Milli Takımın sorunu bu oyun tarzını tercih etmek değil, rakip kale önüne taşıyamamaktı. Rakibe oranla daha fazla kullanılan top etkisiz bölgelerde dolaşıyor, paslar daha çok orta alanda yapılıyor, iş rakip kalede sonuç almaya gelince çalışılmış pas organizasyonları yerine uzun toplar ya da kanat ortaları tercih ediliyordu. Özetle, orta alanda organize oynayan Milli Takım hücum bölgesinde rastlantısal davranıyordu. Ancak, Letonya, İsviçre gibi takımlara kaptırılan turnuva biletlerine rağmen, yine de sahada yenilgiyi kabul etmeyip önemli geri dönüşlere imza atan, büyüklük duygusunu topa sahip olma üzerinden canlı tutan bir Milli Takım vardı. Güçlü rakiplerle başa baş oynanmasına rağmen, kapanan takımlara zor gol atıp hızlı rakiplerden kolay gol yemeye neden olan bu oyun tarzının sorunları, takımın rakipleri karşısındaki dik duruşunu değiştirmeden, ama hücum bölgesinde sonuç getirecek taktik hamlelerle çözülebilirdi. Ancak gerek "Hiddink görünümlü" Oğuz Çetin, gerekse de Abdullah Avcı dönemlerindeki hedefsiz adımlar, önce takımın birbirini tanıyan oyuncular yerine toplama bir futbolcu grubuna dönmesine, sonra da topa sahip olmaya dayalı anlayışın iyice etkisizleşmesine neden oldu. Zaten birbirlerini yılda ancak beş altı kez gören, hatta kimisinin yüzünü taraftarların bile tanımadığı oyuncuların gelişmiş bir futbol diliyle anlaşarak oynamaları zordu. Paslar daha da verimsizleşti; maçlar bireysel becerilerin sergilendiği birer solo performans yeri haline geldi. Bu öne çıkma yarışı içinde oyuncuların bireysel girişimleri ve topu ayaklarında tuttukları süreler arttı, takımın hücum gücü kritik bölgelerde pas vermek yerine çalım atan oyunculara bağlandı. Onlar da kendilerini zor zamanların kurtarıcıları olarak görmeye başladılar. Sayılar, sorunları doğru teşhis edilemeyip giderek verimsizleşen organize pas oyunu ile bu oyunun terkedilmeye başlamasının çarpıcı örneklerini gösteriyor.
Fatih Terim döneminin verileri, bu toplama kadro uygulamasının sürdüğünü ve Milli Takımın taktik anlayışının, teknik adamın kulüp takımlarındaki geçmiş tercihlerinin tam aksine, topun rakibe bırakıldığı bir fırsat oyununa döndüğünü gösteriyor. Aşağıdaki tablo Fatih Terim'in teknik direktörlük kariyerinden bazı satırbaşlarıyla Milli Takımdaki son maçlarını, top kullanma veriler açısından karşılaştırıyor.
Özellikle EURO2016 elemelerinde bir puanla dönülen Hollanda deplasmanı teknik adamın kariyerinde defansif oyun tercihi açısından bir ilk. Tabi ki, topu rakibe bırakarak oynamanın sonuç getiren örnekleri de az değil. EURO2004'ü kazanan Yunanistan'ın ardından, EURO2016'da da bu tarzın başarılı örnekleri sergilendi. Ancak şurası bir gerçek ki, her tür oyun anlayışının başarı için önkoşulu, birbiriyle oynamaya alışkın ve topla ne yapacağını bilen oyuncuların kullanılması. Bu konuda, bir ara küçümseyip sonra tezahüratlarını bile taklit ettiğimiz İzlanda'nın her şeyden önce hücum bölgesi etkinlikleri ile verimliliğini örnek almak gerekiyor.
Gerçi bu örneklerde ortaya çıkan farklar, İzlanda'nın başarısı kadar Türkiye'nin başarısızlığına da bağlanabilir. Bununla birlikte, SüperLig'de de örnekleri görülen "rakibin vereceği açıkları değerlendirmeye dayalı" bu oyunun, kendi benzerleriyle karşılaştığında işe yaramadığı da bir gerçek. Üstelik unutmamak gerekir ki, bu şekilde oynayan takımlar kupa kazansalar bile, futbol tarihine güç ve üstünlükleriyle değil, olsa olsa sempatiklikleriyle geçer. Bugünün Milli Takımının oyun anlayışının, her nasıl olursa olsun skor başarısına endeksli oluşu da anlaşılabilir. Ama istikrarsız ve birbirine yabancı oyuncularla oynarken bir de topu rakibe bırakırsanız, işinizi de şansa bırakıyorsunuz demektir ki, futbol tanrısı sanıldığı kadar adaletsiz değildir.