Türkiye Süper Ligi'nde gelecek beş yılın yayın ihalesi rekor sayılacak bir bedel üzerinden gerçekleşti. Şu an federasyondan kulüplere kadar futbol gelirinin paydaşları bir bahar havası soluyor. Vaatler de heyecan verici.
Para önemli tabi. Bugün yoldan herhangi birini çevirip sorsanız, yaşadığı sorunların çözümü için önce para diyecektir. Ama aynı insanlara bu parayı bulsalar nasıl kullanacaklarını sorarsanız, ilk olarak borç ödemelerinden sonra da lüks harcamalardan söz ederler. Sorunlar genellikle kısa vadelidir. Bunları tekrar tekrar ortaya çıkaran nedenler üzerine ise pek düşünülmez.
SON İHALE DÖNEMİ
Hatırlarsanız, SüperLig'in bir önceki yayın ihalesi de yine rekor bedelle gerçekleşmişti. Ama o günden bu yana, özellikle durumunu düzeltmesi beklenen Anadolu kulüplerinin ne mali ne sportif performanslarında bir iyileşme gözlenmedi. Üstelik bu kulüpler UEFA'nın mali kriterlerini karşılamanın daha da uzağına düştüler; sahaya koydukları futbolda da herhangi bir kalite artışı olmadı. Bunun yanında seyirci sayısı sürekli düştü; ligde artık, çoğunun adını bile duymadığınız on yabancıyla sahaya çıkan takımlar var; bu dönemde milli takımın performansı da kimseyi memnun edemedi. Hal böyle olmasına rağmen, eğer şimdi iştahları bir kez daha açan gelirler söz konusu ise, bu durumu, kulüpleri tekrar tekrar aynı noktaya getiren saha içi ve dışı sorunlara gerçekçi ve kalıcı çözümler üretmek adına, belki de son bir fırsat olarak görmek gerek. Yoksa, bırakın beş yıl sonra yeni bir ihalede bedel artışını, imzalanacak bu sözleşmenin sürekliliğini sağlamak bile kolay olmayabilir.
Kulüplerin mali politikaları uzmanlık alanım değil. Ama ne yazık ki, benim üzerinde çalıştığım saha içi performanslar da futbolu yönetenleri pek ilgilendirmiyor. Oysa bu önemli endüstride de, diğer iş kollarında olduğu gibi, kalıcı başarılar için, pazarlanan malın kalitesi her şeyin önünde. Bir ara sıkça duyduğumuz ama kısa sürede tüketilip inandırıcılığını yitiren "marka değeri" kavramı tam da bu kalite üzerinde yükseliyor.
DOĞRU OYUN VE GÜZEL OYUN
Futbol kalitesi üzerine konuşacaksak, öncelikle 'doğru oyun' ve 'güzel oyun' kavramlarına değinmekte yarar var. Doğru oyunu "kazanmak için kurgulanmış gerçekçi oyun planlarını beceriyle uygulamak" olarak tanımlayabiliriz. Güzel oyun ise, "hem oynayanın hem de izleyenin keyif aldığı yaratıcı top kullanımına dayalı, heyecanlı ve sürprizlere açık oyun"dur. Kaliteli futbol bu iki kavramın dengeli bir bileşiminden oluşur. Yalnızca doğru oynamaya odaklanıp güzelliği arka plana iten takımlar, başarılı olsalar bile sempatik ve kalıcı olmakta sıkıntı yaşar; güzelliği doğruluğun önüne çıkaran takımlar ise heyecanlı oyunların sonucunda gelen sürpriz yenilgileri anlamakta zorlanır. Kabul etmek gerekir ki, temsil ağırlıkları farklı olduğunda, doğru oyun güzel oyunu çoğu kez yener. Ancak futbolu bu kadar popüler yapan insan doğası, kaybetse bile çoğu kez daha güzelin yanındadır. Sözün özü, kaliteli futbol güzele ulaşmak için doğruyu yöntem olarak kullanandır.
Asıl konumuz olan SüperLig'deki futbol kalitesinin ise doğruluk ve güzellik üzerinden değerlendirmesi pek iç açıcı sonuç vermez. Bu ligde 'güzel oyunu doğru oynayan' takımlar dört beş yılda bir sahalardan kuyrukluyıldız gibi geçer. Onların kadroları da çoğu kez becerikli yıldızlarla donanmıştır. Bunların dışında, ortalama kadrolardan başarı yaratmaya çalışan teknik direktörlerin önceliği, sonuç getirme şansı yüksek olan doğru oyundur. Ancak, teknik direktörlerin futbol anlayışları bir yana, ne elde doğru oyun için akılcı kurguları sahaya koymaya yetecek sayı ve beceride oyuncular vardır, ne de varolanlardan bir takım yaratacak sabır ve istikrar.
SKORA ENDEKSLİ FUTBOL
Hal böyle olunca, takımların rakiplerinden bir parça daha doğru oynamaları yeterlidir. Sonuçta, maçları daha az yanlış yapan takım almaktadır. Zaten kazanan da her zaman haklıdır. Ancak bu son söz, Türk futbolunun en büyük sorununa da işaret eder. Oynanacak ilk maçı kazanmak öyle önemlidir ki, bunun için prensipler, karakterler, hedefler kolayca feda edilir; hatta yavaş yavaş hedef koymaktan vazgeçilir. İsterseniz, "bu maçı unuttuk, önümüzdeki maça bakacağız" sözünün altında "yaşadıklarımızdan ders almaya ihtiyacımız yok, haftaya kazanalım yeter" mesajını da bulabilirsiniz. Fakat, yalnızca skora endeksi oyun, bırakın sezonluk planlamaları, ertesi maç için bile bir şey söylemez. Takımların puan kazandığı sürece nefes alabildiği bir futbol kültüründen de kalıcı bir gelişme beklenemez.
Skora endeksli futbol kültürünü, ülke insanının yapısı, birikimi ve genel eğilimlerine bağlamak, işin doğrusu, akla ilk gelendir. Ancak bu açıklama, söz konusu kültürün oluşumunda ciddi sorumluluğu olan medya ile futbol dünyasının aktörlerini temize çıkarmaya da yarar. Oysa, son dakikada gelen bir gol yalnızca taraftarların değil, bu oyunu konuşup eleştirerek kamuoyu oluşturanların ruh halleriyle düşüncelerini de bir anda tersine çevirebilir. Yarım santim kaysa dışarı çıkacak bir top yüzünden sahadaki olumlu uygulamalar da dönemlik planlamalar da çöpe gidebilir.
Sonra da biz ekranlarda, şampiyon olamamasına rağmen yirmi yıldır koltuğunda oturan Arsene Wenger'e övgüler izleriz. Sanki aynı adam SüperLig'e gelse, kaçırdığı ilk şampiyonluktan sonra bugün onu övenlerin neler söyleyeceğini bilmiyormuşuz gibi. Skora dayalı bu oyun kültürü tek bir şampiyonun çıkacağı ligde acımasız eleştirilerin bolluğu demektir. Bu noktada, aynı durumun gelişmiş futbol ülkeleri için de geçerli olduğunu söyleyebilirsiniz. Ancak söz konusu ülkelerde takımların oyun anlayışları da, futbol kaliteleri de, bu kalitenin değer bulduğu oyun kültürleri de SüperLig'in ilerisindedir. Güncel skor beklentilerinin, uzun dönemli planlamalarla geliştirilmiş oyun kalitesinde bir düşmeye yol açmasına öyle kolay göz yumulmaz. Gelişmiş futbol ülkelerinde sunulan eğer endüstriyel bir ürünse, sadakat beklenen tüketicinin memnuniyeti her şeyin önündedir. Herkes kabul edecektir ki, Almanya ya da İngiltere'de sahaları dolduran izleyicilerdeki futbol bilinci daha farklı bir düzeydedir. Zaten SüperLig'i çok da uzak olmayan bir dönemde tehdit eden asıl tehlike de buradadır.
AVRUPA LİGLERİNİN KÜRESEL REKABETİ
Günümüzde uluslararası futbol pazarının önemli aktörleri ne oyuncular ne de takımlar, ama liglerdir. Sahadaki mücadele belki Barcelona ile Bayern arasında yaşanır; ama asıl rakipler küresel pazara göz dikmiş lig organizasyonlarıdır. Bu yüzden Premier League maçlarında saha kenarındaki tabelalar Arapça reklamlarla doludur; El Classico Çin'den de izlensin diye öğle saatinde oynatılır; gol olunca dev ekrana maçın Pekin'de izlendiği bir kafeden görüntüler yansıtılır.
Bu yüzdendir ki, iç pazarı doymuş bu ligler için büyüme hedefi başka ülkeler olurken, yayıncılar kendi liglerinin takımlarını uzak ülke pazarlarına sunar, forma satışları bir ihracat kalemi haline gelir. Ama sanmayın ki bu yayılmacı rekabet yalnızca Arap Yarımadası ya da Uzak Doğu gibi futbol geçmişi olmayan ülkelerle sınırlı kalacaktır. İzleyicilere sunulan yüksek futbol kalitesi ve tatmin duygusu, bir süredir ülkemizde de özellikle nitelikli futbol arayan genç insanları bu ülkelerin liglerine yöneltiyor. Bir yandan dijital futbol oyunları, bir yandan bahis kuponları üzerinden dünya futbolunu tanıyan futbol meraklısı Türk izleyici, SüperLig yerine Avrupa liglerinden takımların taraftarı olmaya başladı bile. Bırakın Arsenal ya da Bayern'i, Dortmund ya da Atletico'nun televizyonda maçı varsa pek çok kişi, örneğin Gençlerbirliği'ni tercih etmiyor. Yayın hakları kendilerinde değilken bu durumu ciddi bir şikayet malzemesi yapan LigTV ise artık bu yabancı liglerin en büyük pazarlayıcısı haline gelmiş durumda. SüperLig'den iki Anadolu takımının maçını o an başka bir SüperLig maçıyla çakıştığı için izleyemediyseniz, yayın tekrarını bulmak için özel çaba harcamak durumunda kalıyorsunuz. Çünkü LigTV kanalları İtalya ya da Fransa'nın vasat takımlarının maçlarıyla dolu. Konuya uluslararası ticaret ilişkileri penceresinden bakınca, meselenin basit bir maç yayını ölçeğinin çok ötesine geçtiğini görmek zor değil. Ülkenin futbol pazarı giderek yabancı üreticinin denetimine geçiyor.
SÜPERLİG'DE FUTBOL KALİTESİNİ ARTTIRABİLMENİN ÖNKOŞULU
Varlığını korumak adına bu gidişe direnmesi gereken SüperLig'de ise durum pek iç açıcı değil. Bugün izleyicinin stadlardan çekildiği gerçeğine, tribünlere gelenlerin çoğunun yaşları ya da ekonomik koşulları nedeniyle kulüpler için gelir kaynağı olacak bir tüketici niteliği taşımadığı da eklenirse, yayıncı kuruluştan gelen finansal kaynak, kulüplerin en önemli ekonomik girdisi olarak öne çıkıyor. Bu da, Türk futbol üreticileri için SüperLig'in ekranlardan pazarlanabilir kalitede olmasını yaşamsal bir hale getiriyor. Şurası açık ki, yeni ihale ile sözü alınan gelirlerin gerçekleşebilmesi için SüperLig'in bir marka olarak ortaya bir değer koyabilmesi, bunun için de öncelikle kendi izleyicisini tatmin edebilmesi zorunlu. Bu izleyici ilgisinin sağlanabilmesi de doğru ve güzel oyunun sahalarda daha çok sergilenmesine bağlı. Bu da ancak sahadaki futbolu yönetenlerin üzerindeki kısa dönemli skor baskısının hafifletilmesi gereğini öne çıkarıyor.
Kaliteli futbola olan gereksinim, saha içi tercihlerini, puan kazanmak için 'doğru oyun'u olduğu kadar, keyif alıp vermek için 'güzel oyun'u da geliştirmek adına kullanacak olan aktörler ile bu yöndeki uzun vadeli adımları destekleyecek bilinçteki bir kamuoyunun önemini arttırmakta. Bu ise teknik direktöründen futbolcusuna, hakeminden yorumcusuna kadar bütün unsurların oyunun değeri ile çekiciliğini korumasına özen göstermesini gerektiriyor. Dolayısıyla, kazanmak için futbol keyfini öldüren teknik direktör de, rakibi zayıflatmak için yıldız oyuncusuna tekme atan futbolcu da, kararlarını oyun dışı dengeleri gözeterek veren hakem de, oyuna değil skora bakarak kazanan takıma övgüler düzen yorumcu da, günü kurtarayım derken, herkesle birlikte bindiği teknenin tahtalarından birini söktüğünün de farkına varmalı. Yoksa, bir süre sonra insanlar, kimi zaman bir kördöğüşü haline sokulan SüperLig maçları yerine herhangi başka bir yabancı ligin maçını izlerken, sokaklarda derbi günleri Arsenal formalı gençleri daha çok görmeye başlayacağız. Onlar belki daha kaliteli bir yabancı ürünün izleyicisi, daha doğrusu 'tüketicisi' olacaklar, ama aralarından herhangi birinin buralarda futbolcu olup dolu tribünler ve kameralar sahaya çıkma şansı kalmayacak.
Son söz olarak; SüperLig'e, bütün olumsuz koşullara rağmen yapılan bu yüklü yatırımın değerini bilmek ve sağlanan kaynağı kalıcı bir kalite artışı yönünde kullanmak çok önemli. Yoksa, bilinen bir atasözünün de söylediği gibi, "gideceği limanı bilmeyen gemiye hiç bir rüzgar fayda etmiyor."